
Onlar için eski eşya biriktirme tutkusu öyle heyecan verici noktaya gelmiş ki, İstanbul’a bir saat uzaktaki göz kamaştıran bu kişisel koleksiyon galerisini tasarlamışlar.
Tutku, insanları birbirinden farklılaştıran, aynı zamanda da birleştiren sihirli bir kelime. Aslında keramet, kelimenin kendisinde değil, tutkuları bir olan insanları buluşturan zaman ve mekanda. Bazı mekanlarda neden kendinizi iyi hissettiğinizi sorgulayarak başlayabilirsiniz örneğin. Adını tam olarak koyamadığınız bir nedenle kimi mekanlar sizi çağırır. Uzak ya da yakın olmasının da pek önemi yoktur. Aynı tutkunun peşinden giden insanlar da, hiç haberiniz olmadan sizi o mekanlarda beklerler. İşte ruhen ve bedenen karşılaşma anı, yani ‘tevafuk’ o zaman yaşanır. Kocaeli’ne yaptığımız bu yolculuk da böyle bir hikayenin özeti bizim için. Umarım sayfalara yansıyan görüntüler, mekanın verdiği o güçlü duyguyu birileriyle buluşturur. Hadi gelin, bu özel mekanı neden seçtiğimizi paylaşalım sizlerle…
Yazı: Fatma Özel
Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu
‘Dada Uzak Orman’ bir hayalin vücut bulmuş hali gibi sanki. Yıllar boyu Hakan-Aslı Şekerci’nin hayallerinin vücut bulmuş hali… “Başkalarıyla paylaşılmak ve çoğaltılmak üzere gerçeğe dönüştürülmüş hali, bir sakinleşme çağrısı; bir eskiye sahip çıkma, tüketmeyi sınırlama, temiz üretmeyi hatırlama daveti. Çok sevdiğimiz Ursula K. Le Guin’in ‘Dünyaya Orman Denir’ kitabındaki ütopik ormanda yaşayan bir yerli halkın dilinde ‘dünya’ ve ‘orman’ kelimeleri için tek bir sözcük bulunması, bunların eşanlamlı olması fikrinden yola çıkan, içinde kaybolmak için tali yola sapanlara iyi gelmeyi amaçlayan bir küçük dünya. Yahut bir küçük orman. Hangi sözcüğü tercih ederseniz” diye anlatıyorlar kendilerini. Ben ‘bir küçük dünya’ tanımını tercih ediyorum. Çünkü burada tanıştığınız şey sadece doğanın mucizevi güzellikleriyle tamamlanmış bir mekan algısını yansıtmıyor, yıllardır tutkularının peşinden koşan iki insanın dünyasını anlatıyor.
Dada’nın kurucusu Aslı Altan Şekerci 1972 doğumlu. 22 senedir profesyonel kariyerinin yanı sıra sürdürdüğü antika toplama hobisini mesleğe dönüştürüyor ve paylaşıyor. ‘Vazgeçilen’ eşyalara hayat vermenin kendisi için önemini vurgulayan Şekerci, Dada’da aynı zamanda yıllardır biriktirdiği mesleki tecrübesiyle çocuklar için de bir alan oluşturmayı hedeflemiş. Endüstriyel Sanatlar üzerine lisans eğitimi alan ve Özel Karagözyan Ermeni İlköğretim Okulu, İELEV Eğitim Kurumları, Özel Bilfen Sihirli Çan Okulları gibi çeşitli kurumlarda 1996’dan beri çocuklar için sanat projeleri tasarlayan ve koordine eden Şekerci, aynı zamanda uzun yıllar Sakıp Sabancı Müzesi’nin çocuk atölyeleri için de çalışmış ve müzenin Rodin, Picasso, Dali, Abidin Dino gibi çok ses getiren sergilerine paralel olarak çocuk eğitimlerinin kurgulanması ve uygulanmasında rol almış.
Sanat Eğitiminin yaşam becerileri ve davranış kültürü olarak benimsenmesi, müze pedagojisi ve müze davranışlarının olağan eğitim sürecinin bir parçası olarak kurgulanması, öğrencilerin bireysel farklılıklarının, öğrenme becerilerinin belirlenmesi ve üretme–oluşturma davranışının öğrenmenin gerçekleştiği her alanda bağımsız ve olağan bir yapıda ama estetik bir anlayışla gerçekleştirilmesinin sağlanması, Şekerci’nin uzmanlık alanları arasında yer alıyor. Sanatı merkeze aldığı bu yaşam biçimiyle birlikte eş zamanlı olarak da eski eşyalara olan merakını Dada Kuzguncuk’u kurarak gerçekleştirmiş. Kuzguncuk’ta bir köşkte konuşlanmış küçük antika dükkanı Dada Kuzguncuk’tan doğan Uzak Orman ise İstanbul’a arabayla bir saat mesafedeki geniş bir arazinin içinde yer alıyor.
Kompleksin içinde Aslı-Hakan Şekerci çiftinin 25 yılı aşkın süredir biriktirdikleri antikaların sergilendiği ve satıldığı bir müze, altı misafir evi, özel etkinlikler için kiralanabilen bir restoran ve tarım yapılan alanlar bulunuyor. Dada Uzak Orman, kendine yetecek kadar ve kendi için üretme prensibiyle, içinde bir de küçük çiftlik barındırıyor. Kendi sütünü üreten, yaban mersini ve lavanta tarlalarına ev sahipliği yapan komplekste ayrıca barınaktan sahiplenilmiş 10’u aşkın köpek özgürce yaşıyor. Dada’nın zengin antika koleksiyonunun sergilendiği müze alanı, içinde eski değirmenlerden antika arabalara, tarım araç gereçlerinden eski sinema malzemelerine uçsuz bucaksız bir seçki sunuyor. Bu koleksiyon için özel olarak inşa edilen ve tam teşekküllü bir mutfağa da sahip olan hangar, özel davetler için kiralanabiliyor.
Öncelikle hayatınızı şekillendiren bu toplayıcılık tutkusunun izini sürmek istiyoruz…
Hem bale ve dans hem de çağdaş sanatlarla iç içe bir yaşam sürdüm. Üniversite dönemimde Ankara’da yaşadım ama eşimle de tanışıyordum. Biz arkadaş olup sonra evlenen iki kişiyiz. Her zaman meraklıydım. Ankara’da Ayrancı’da otururken, Türk Amerikan Derneği’ne gidiyordum. O bölgede elçilikler vardı ve ellerinden çıkardıkları şeylere bakardım; ne atmışlar, neler bulabilirim diye. Eşim de bana babamdan geçmiş olan bu merakı paylaşıyor. Babam da eski dergileri biriktirirdi. Denizcilikten emekliydi ve deniz yoluyla gittiği çeşitli ülkelerden bir şeyler getirirdi.
Yani eski eşya merakınız aileden gelen bir alışkanlık diyorsunuz...
Evet, babamın bize öğrettiği bir şey. Onun koleksiyon yapma merakı ve eski dergilere olan ilgisi bizde de devam etti. Çok sevdiğim bir arkadaşım var; heykel kökenli, aynı alanlarda çalışıyoruz. Onun eşi büyük bir oyuncak koleksiyoneri. 30 yıl önce Berna’ya, “Biz de toplamaya başlayalım” dedik. Bu işin içine girince bir daha çıkamadığınız bir şey haline geliyor. Hayatınızın mutluluk merkezini tutan bir şeyin yerine başka bir şey koyamazsınız. Çok pahalı bir saat takmak, çanta almak, first class uçmak size o mutluluğu vermiyor. Hakan’la sık sık hırsız pazarlarına gidiyoruz; antika pazarlarından farklı olarak bu pazarlar, insanların neler aldığını görmek için harika yerler. Biriktirmek bizim için büyük bir tutku haline geldi. Aldığımız eşyaları kullanıyoruz; evimizdeki her şey, tabak, çanak, bardak, koltuk gibi, hepsi kullanılmış ama elden geçmiş ve yeniden hayat bulmuş şeyler.
Çocuklarımız Ali ve Ayşenil de şimdi biriktiriyor. İki tür yaşam var. Bazı insanlar eşyaları yük olarak görüyor; bunların bakımını almak istemiyorlar. Bu, çocuk bakmak gibi bir şey, çünkü bunlardan ayrılamıyorsunuz ve sürekli bakım yapmanız gerekiyor. Ama ben şunu biliyorum ki, bu bir inanç meselesinin ötesinde. Eşyaların size gelme ve gitme zamanı var. Bir ürün size gelmesi gerektiğinde gelir, gitmesi gerektiğinde ise gider. Örneğin, 500 yıllık bir fincanı elinizde paramparça olabilir, bu demektir ki onun yolculuğu bitmiştir ve buna vesile olan kişi sizsinizdir. 100 yıllık bir koltuk herkes tarafından kaplanabilir, yüz geçirilebilir, ama sonunda o eşyayı siz taşıyorsunuz. Bu, bir bakış açısıdır; ben bunun bir konveyör düzeni olduğunu düşünüyorum. Size o banttaki alma sırası denk geliyor ve alıyorsunuz.
Aldığınız eşyalarla nasıl bir evrim geçirdiniz?
Aldık, aldık, aldık. Depomuzda büyük bir galerimiz vardı. Sürekli arkadaşları çağırıp yemekler yapıyorduk, davetler veriyorduk. Bu işin zaman içerisinde çok büyüdüğünü fark ettik. Tam o sırada Kuzguncuk’ta bir yer gördüm. Burada antika ve sanat galerisi açmaya karar verdim. Eşim ticaret yapıyor, ben çağdaş sanatlar öğretmeniydim ve koleksiyon yapıyorduk. Neden olmasın diye düşündüm, Dada Kuzguncuk’u açtım.
İkinci el eşyalarla yaşamanın size kattıkları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bazı şeyleri görür görmez bana iyi geldiğini hissediyorsam ve onları hayatıma alıyorum. Markası ya da dönemi benim için önemli değil. Örneğin, Simi adasındaki arkadaşımın mağazasında gördüğüm ikinci el ipek gecelik, bana kendimi çok iyi hissettirdi. Kalbim sıkıştığında o geceliği giyiyorum çünkü onun bana gelmesi gereken bir armağan olduğunu düşünüyorum. İyi hissettiren şeyleri alıyorum, bu benim için önemli.