
Hayatı dolu dolu yaşıyor, her anın kıymetini biliyor; anı ıskalamaktan ise hiç hoşlanmıyor. Hal böyle olunca onunla her buluşmamız, her sohbetimiz ayrı bir keyif oluyor, hayata bakışımıza katkıda bulunuyor. Leyla Alaton ile yaz tatili öncesinde gayrimenkul sektörünün öncü firmalarından RAMS ile İtalyan moda devi ETRO iş birliğiyle hayata geçirilen ETRO Residences İstanbul’da buluştuk.
Sanat ve seyahat tutkusuyla her daim dünya görüşünü zenginleştiren, yenilikten ve değişmekten korkmayan iş insanı Leyla Alaton ile üç köprüyü aynı anda gören ve manzarasıyla bizi büyüleyen ETRO Residences İstanbul’da bir araya geldik; kültür, sanat, seyahat aşkını ve yaşama sevincini konuştuğumuz özel bir sohbet gerçekleştirdik.
Röportaj: İrem Orhan
Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu
İrem Orhan: Şu sıralar herkeste bir tatil telaşı var, sizin yaz tatili planlarınız nasıl? En sevdiğiniz yaz rotaları neler ve her yaz mutlaka gittiğiniz bir yer var mı?
Leyla Alaton: Aslında çocuklarımı büyütürken yani onları yetiştirdiğim dönemlerde hiç değişmeyen klasik bir tatil rotam vardı; Hillside Fethiye’ye giderdik hep. Herhalde 20 sene boyunca, ya yaz başı ya da yaz sonu hep oraya giderdik. Çünkü mevsim geçişlerinde orası hem daha güzel hem de daha az kalabalık olur. Ama genelde yaz başı gitmeyi tercih ederdik. Tabii artık çocuklar büyüyüp arkadaşlarıyla birlikte tatile gittiği için öyle bir rutinim kalmadı. Destinasyon düğünleri sıklıkla yapılır oldu çevremde de, en son bir arkadaşım Sicilya’da evlendi, oraya gittim. Sicilya’nın güneyinde çok güzel bir bölgede gerçekleşti düğünleri. Yani artık seyahatler konusunda biraz daha sürprizlere açık olmayı seviyorum, zaten zamanla da insanın zevkleri değişiyor. Daha evvel, daha deniz, kum, güneş ve akşam çıkıp eğlenebildiğimiz tarzda tatilleri isterken, şimdi ise çok daha yeni şeyler keşfetme odaklı oluyor seyahat felsefem. Ya da içinde hareket olan, yeni bakış açıları katan veyahut sağlık odaklı seyahatleri daha tercih eder oldum. Ek olarak, yıllardır hep daha ikinci planda kalan, çok gitmediğimiz henüz daha az keşfedilmiş şehirleri de görmek artık benim için çok daha öncelikli. Mesela Paris, Londra, New York değil de, Münih, Strazburg, Lyon gibi yani çok ön planda olmayan yerleri tercih ediyorum. Erkek arkadaşım da Amerikalı ve yazı daha çok orada geçiriyorum; Utah ve çevresinde çok değişik coğrafyaları gördüğüm yerlere de gitmeye başladım. Bir de artık yazları nemsiz yerleri tercih ediyorum, nemli olunca çok yorucu oluyor.
“Her seyahat insanın kendi sınırlarını, seyahat ettiği kişilerle ilişkilerini sorgulatır. Boşuna ‘Bir insanı en çok seyahatte tanırsın’ dememişler. Çok iyi anlaştığını zannettiğin bir arkadaşınla seyahat sonrası çok farklı bir dinamikte bulabilir insan kendini.”
İ.O: Peki, yazı sever misiniz, yaz insanı mısınızdır?
L.A: Her mevsimin bir güzelliği, ayrı bir özelliği var. Ayrıca bana göre her mevsimin verdiği farklı bir heyecan var. 25 yıl aradan sonra mesela kayak yapmaya geri döndüm; çok küçük yaşlarda başlamıştım kayağa, geri dönüşüm zor olmadı. Sadece bunun için bile kışın yeri başkadır bende. İlkbahar, her şeyin yeşerdiği, tabiatın canlandığı bir mevsim. Diğer yandan parklarda çok yürüyüş yaptığım için tabiatın her adımını gözlemleyebildiğim bir mevsim, çok severim. Yazın ise zaten apayrı bir güzelliği var; seyahat mevsimi. Ama çoğu kişi tatil için bu mevsimi tercih ettiğinden, ben yazın evimde kalmayı tercih edenlerdenim. Ya da kalabalıkların olmadığı yerlere gitmeye gayret ediyorum. Sonbahar ise zaten bambaşka... Tabiatın türlü güzel rengine şahitlik ettiğimiz bir mevsim... Anlayacağınız dört mevsimle de gayet barışığım; iyi ki hepsi var. Hatta hayatımda bir tane şiir yazdım, o da 15 yaşımdayken idi; mevsimlerin değişmesiyle ilgiliydi.
“Memleketimiz o kadar zengin o kadar güzel ki, gezmek ve yeni yerler keşfetmek için her bütçeye göre seçenekler çok fazla. Gezmek için paralı olmak gerekmiyor, meraklı olmak gerekiyor.”
İ.O: Dışarıdan bakınca seyahat etmek sizin için bir hobiden daha fazlası gibi. Bu hayatınız boyunca hep böyle miydi, daha çok son yıllarda mı böyle oldu?
L.A: Seyahat benim için bir tutku ama öğretici olduğu zaman bir tutku. Tamamıyla eğitim ve öğretim amaçlı bir şey benim için sehat. Seyahatte öğrendikleriyle beslenen biriyim. Bence aklımızın bazı ambargoları var ve bu ambargolar seyahatte yeni şeyler gördükçe tek tek düşüyor. Mesela sanat görünce düşüyor, yeni insanlar tanıyınca düşüyor gibi düşünüyorum. Yani kişinin dünya görüşünü en çok seyahat zenginleştiriyor. Diğer taraftan seyahat, kişiyi ruhsal anlamda da çok besliyor bence. Çünkü yeni şeyler öğreniyorsun bu da kişideki merak duygusunu besliyor ve sonuçta bu durum kişiyi dinç tutuyor.
İ.O: Seyahat felsefenizi birkaç kelimeyle özetlemenizi istesek...
L.A: Benim için seyahat, kendimi en çok eğittiğim ve kendime en çok şey kattığım zaman. Seyahat felsefem de tamamıyla, öğrenmek, tanımak ve zenginleşmek üzerine kurulu. Ruhumun zenginleşmesi seyahatle oluyor. Mesela sanatla ilgili fuarlara gitmek; hayatıma çok büyük bir renk getirdi. Orada tanıştığım küratörler, sanatçılar, koleksiyonerler hayata sonsuz bir zenginlik katıyor. Bu arada tabii ki o sanat eserlerine sahip olmak zorunda değilsiniz, onları yakından görebilmenin ve yapılışındaki hikayeyi duyabilmenin çok eğitici bir tarafı var. Yoksa artık mesela iyi bir restoran açılmıştır, oraya gidip yemek yemek ya da yok efendim trend oymuş oraya gidip onu da görelim gibi bir derdim yok. Tabii ki güzel yemek yemeyi çok severim, çok da önemli bir sanat olduğunu düşünüyorum iyi yemeğin o ayrı ama daha çok ruhumu ve beynimi beslemektir benim derdim. Bu yüzden hepsinin harmanlandığı seyahatler benim tercihim oluyor.
İ.O: Şimdiye kadar gittiğiniz yerler arasında hiç beklentinizi karşılamayan oldu mu?
L.A: Gerçekçi bir insanımdır; beklentilerimi de hep gerçekçi tutarım. Yani gitmeden önce biraz araştırma yaptığımızda zaten öyle geniş çaplı bir hayal kırıklığı olmuyor, neyse o oluyor. Önceden bakarsanız, sorgularsanız sürprizlerle karşılaşma şansınız azalıyor. Ki, sürpriz aslında güzel bir şeydir, niye her şeyi bilip gidelim o da ayrı tabii, hiçbir şey resimlerdeki gibi de olmuyor bir yandan ama gideceğiniz yerlere bir ev ödevi gibi öncesinden bakıp, beklentiyi ona göre tutmak hayal kırıklıklarının önüne geçiyor.
“Ülkemizde her yer görmeye değer. Karadeniz’in coşkusu bambaşka. 40 sene önce ben Çamlıhemşin tepelerinde yürümüş bir insanım, Türkiye’yi keşfetmeye çok erken başlayanlardanım.”
İ.O: Bu arada hemen sorayım; bir röportajınızda “Çok okuyan mı yoksa çok gezen mi bilir” sorusuna “Çok gezen” yanıtını vermiştiniz. Hala aynı mı düşünüyorsunuz, fikriniz değişti mi?
L.A: Aslında bence hiç kimse hiçbir şey bilmiyor. Bu sorunun şu anda bendeki en kısa ve net cevabı bu.
İ.O: Anlattıklarınıza bakınca kültür sanat rotalarını daha çok seviyorsunuz sanırım öyle değil mi? Bu anlamda en son gidip en çok etkilendiğiniz yerler hangileri oldu?
L.A: Evet, artık kültür sanat ve sağlık seyahatlerini daha çok sever oldum. Bol bol yürüyebildiğim, keşif turları yapabildiğim seyahatler yani. Doğum günüm 21 Nisan’ı Ürgüp Göreme’de kutlamamıştım mesela. O seyahate karavanla gitmiştik ve karavanın tentesinin altından sabahın dört buçuğunda balonların süzülerek havalandığını, yükselip alçaldığını izlemiştim, bu hem inanılmaz bir görsel şölen hem de unutulmaz bir doğum günü olmuştu benim için. Tüylerimi ürperten, heyecan verici bir deneyimdi. Sabahın dört buçuğunda güneşin doğuşunu izlemek için Nemrut’a çıkmıştık, o da benim unutulmazlarımdandır. Oraya da ilk kez çıkmıştım, utanıyorum bu yaşıma kadar bunu beklediğim için mesela, büyüleyiciydi. Göbeklitepe’ye gitmiştim iki üç defa ama oraya da yakın zamanda tekrar gittim. Orası da her seferinde başka bir heyecan. Orada bir de Karahantepe var. yeni keşfedilen, oraya gidip, gördüm, o da çok heyecan vericiydi. Mardin, Midyat orası da müthiş güzel bir yerdir, çok severim. Artık dostlarımın bile olduğu bir bölge. Van, Kars o bölgeler zaten ayrı güzel. Ani Harabeleri’ni 35 sene sonra tekrar gördüm, sanki yeni bir yer görmüş gibi oldum mesela. Eskiden gittiğin yerlere tekrar gittiğinde de yeni şeyler bulabiliyorsun. ‘Gittim, bitti’ değil, her yer değişime uğruyor. Her yer bambaşka evrelerden geçiyor zamanla. Ayrıca insan da değişiyor, yerler de değişiyor, gelişiyor.
İ.O: Bunları konuşurken bilgi birikiminiz ve tecrübelerinizi amatör sanat gezginlerine aktarmak için tavsiyeler alabilir miyim? Nereden başlasınlar, nasıl bir rota çizsinler, nerelere mutlaka gitsinler, hangi müze veya galerileri mutlaka görsünler?
L.A: Bence ülkemizde her yer görmeye değer. Karadeniz’in coşkusu bambaşka. 40 sene önce ben Çamlıhemşin tepelerinde yürümüş bir insanım, Türkiye’yi keşfetmeye çok erken başlayanlardanım. Gitmek isteyenler de nereye bütçeleri uyuyorsa, nereyi en çok merak ediyorlarsa oradan başlasınlar. Her yerin kendine özgü yemekleri var, onları tatmak, Kars’ta mesela kaz yemek, oranın diğer yöresel tatlarını tatmak çok keyifli olacaktır. Memleketimiz o kadar zengin o kadar güzel ki, gezmek ve yeni şeyler keşfetmek için her bütçeye göre seçenekler çok fazla. Gezmek için paralı olmak gerekmiyor, meraklı olmak gerekiyor.
İ.O: Seyahat ederken nelere dikkat edersiz peki? Bu kadar çok seyahat eden biri olarak okuyucularımıza tüyolarınız olur mu seyahatlerini kolaylaştıracak?
L.A: Öncelikle pratik olmak gerekiyor. Mesela ben çok gurur duyarım kendimle çok az eşyayla, çok hafif seyahat ettiğim için. Genelde uçağa bavul vermem, yanımda bir el çantasıyla seyahat ederim. Japonya’ya 10 günlüğüne gitmiştim yakın dostlarım Saffet Emre Tonguç ve Serda Büyükkoyuncu ile bundan beş ya da altı yıl önce. Havaalanında beni sadece bir el çantasıyla gördüklerinde nerdeyse düşüp bayılacaklardı, şaşırdılar. Çünkü kendileri neredeyse yarı boylarına gelecek kadar iki valizle gelmişlerdi. Bir kadının 10 günlük seyahate bir el çantasıyla gelmesi tuhaflarına gitmişti. Tabii az eşyayla geldim, aynı şeyleri 10 gün giydim diye bir şey yok. Öyle kutu kutu kremleri, şampuanları seyahate taşımaya da gerek yok. Yani bunları illa ki taşıyacaksam en küçük boyunu almaya çalışıyorum yanıma ama insanlar fön makinesini falan bile taşıyor, şaşırıyorum. Kıyafette de öyleyim, çok renge girmem pratik kombinler yaparım. Bir eşarp ile bir kıyafeti çok farklı yapabilirsiniz. Seyahatte en mühim şey rahat ayakkabıdır. Bütün seyahati vezir de rezil de eden ayakkabıdır. O yüzden yanıma alacağım ayakkabılara önem gösteririm.
“Yemek yemeye çok meraklıyımdır; zaten boğa burcuyum o da yemeğe çok meraklıdır. Yemeğin de bir sanat olduğunu düşünüyorum ama yemek hiçbir zaman benim seyahat rotamı oluşturmak için bir seçenek olamaz.”
İ.O: Peki, seyahat konusunda bu kadar deneyime sahip olup, özel sanat seyahatlerinde rehberlik yapmayı hiç düşünür müsünüz? Buna nasıl bakıyorsunuz?
L.A: Ben limitlerimi gayet iyi bilen biriyim; bu konuda insanlara sadece “Hadi, kalk gidelim” diyebilirim. Yani ancak bu motivasyonu veren bir liderlik yapabilirim, onun dışında hiç kimsenin uzmanlık alanının önüne geçemem. Hem bence zaten diğer türlüsü bu işin uzmanlarına çok ayıp olur.
İ.O: Gurme seyahatle aranız nasıl, lezzet peşinden gidenlerden misiniz? Sadece yemek için seyahatlere çıkar mısınız yoksa gittiğiniz seyahatlerde lezzet deneyimleri yaşamayı mı tercih edersiniz?
L.A: Sadece yemek yemek için bir seyahate gitmem. Ben o insanlardan değilim, hiçbir zaman da olmadım. Ki, iyi yemek yemeyi çok severim, gurmeyim. Yemeye çok meraklıyımdır; zaten boğa burcuyum o da yemeğe çok meraklıdır. Yemeğin de bir sanat olduğunu düşünüyorum ama yemek hiçbir zaman benim seyahat rotamı oluşturmak için bir seçenek olamaz. Yalnızca gittiğim yerlerdeki iyi lezzetleri bulmaya çalışırım.
İ.O: Siz seyahatlerde yeni insanlar tanımayı da çok önemsiyorsunuz öyle değil mi? Seyahatte tanışıp, uzun yıllar süren dostluklarınız da var sanırım hatta... Tabii çok oldu, olmaz mı?
L.A: Herhalde 18 yaşımda bir İtalyan arkadaşım olmuştu ilk. Bolonya’da yaşar, halen konuşuruz. Bir kayak gezisinde tanışmıştık, hala devam eder kendisiyle arkadaşlığımız. Ben çok vefalı bir arkadaşım, eski arkadaşlıklarıma da yenileri gibi gereken itinayı gösteririm. Üniversite arkadaşlarım vardır hala çok yakın temasta olduğum, yurt dışında tanıştığım çok arkadaşım vardır halen görüştüğüm. Seyahatlerde insanlar çok daha maskesiz olduğu için çok daha derin ilişkiler kurabiliyorlar bence, çünkü orada bir kere yargı yok. İnsanlar bilmiyorum neden, tanınan biriyseniz eğer sizi yakından tanımasalar da yüz yüze tanıştığınızdan andan itibaren bir şekilde size önyargılı yaklaşabiliyorlar ama seyahatte tanıştığınız insanlar, hakkınızda kim olduğunuza dair hiçbir şey bilmediği için çok daha önyargısız başlayan ilişkiler ve iletişimler oluyor bunlar.
İ.O: Büyük kalabalık gruplarla mı seyahat etmek daha çok hoşunuza gider yoksa daha küçük sevdiğiniz arkadaş gruplarıyla bir yerlerde olmak mı olur tercihiniz?
L.A: Seyahat aynı zamanda özveri zamanıdır, tabii eğer yalnız gitmiyorsanız. Özveride bulunursunuz, yeter ki dozu fazla olmasın. Onun için bence seyahate ne kadar küçük bir grupla gidilirse o kadar iyi olur bence. Herkes kendi programını yapsın, arada buluşalım gibi mesela... En güzeli bu, kimse birbirine bağımlı olmasın. Kimi sabah geç kalkar, kimi erken. Vücut saati ve temposu herkeste aynı olmayabilir.
İ.O: Yalnız seyahat etmeyi sever misiniz peki?
L.A: Eğer yalnız gidersem bu, iş için gittiğim seyahatler oluyor Türkiye içinde genelde. Mesela yakın zamanda Alaçatı’ya bir düğüne gideceğim, oradan Antalya’ya tohum fabrikamızı görmeye gideceğim. Ben iş ile gezmeyi karıştırmayı sevenlerdenim. Evim, kendimi en huzurlu, mutlu ve iyi hissettiğim yerdir, dinlenmek için bile olsa tek başına bir yerlere kaçmak yerine ben çoğu kişinin tam aksine evimi tercih ederim.
İ.O: Tek bir seyahat arkadaşı seçmeniz gerekse, kimi seçersiniz?
L.A: Tabii ki erkek arkadaşım. Bir de Amerika’da yaşayan çocukluk arkadaşım var; Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’nden. O kız arkadaşımla da çok aynı tempodayızdır. Aynı tempoda olmak çok önemli. Bu anlamda aynı tempoda olduğum çok az insan vardır. Seyahatler arkadaşlıkları derinden etkileyip, bozabilir de. Onun için seyahat arkadaşlıklar için de büyük bir sınavdır. Seyahat özveri anlarıyla dolu günlerle geçmemeli, keyif dolu günlerden oluşmalı. Her seyahat insanın kendi sınırlarını, seyahat ettiği kişilerle ilişkilerini sorgulatır. Boşuna ‘Bir insanı en çok seyahatte tanırsın’ dememişler. Çok iyi anlaştığını zannettiğin bir arkadaşınla seyahat sonrası çok farklı bir dinamikte bulabilir insan kendini. Zira insanın vaktini nasıl değerlendirmek istediği, ne kadar pratik olduğu, nelere para harcamayı önceliklendirdiği, fiziken ne kadar dayanıklı ve meraklı olduğu, ne kadar özverili olabileceği hepsi seyahatte ortaya çıkar. Her dakika bir ortak karar almak zorunda kalırsınız. Hangi arabayla gidilecek; uber mi taksi mi metro mu? Yemeği ne sıklıkta yiyeceksiniz; bazısı kahvaltıyı önemser bazısı gece geç yemek ister, biri içer biri içmez; yemeğin parası nasıl bölüşülecek... Onun için en iyisi organize turlarla beraber seyahat etmek olabilir. Kritik kararlar alınmıştır, seçimler azalmıştır, her şeyin kararı nispeten verilmiştir. Gitmeden bilirsin oyun alanının ne olduğunu. Nitekim bu tip turlara çok daha fazla yalnız başına katılıyor insanlar. Odasını paylaşmıyor ama turun istediği bölümlerine katılıyor. Hele oda paylaşmak başlı başına bir sınavdır, herkes bilir kolay olmadığını. Hatırlıyorum; çok istediğim ve son anda katıldığım bir Hindistan turunda genç bir rehber kızla oda paylaşmıştım, şimdi olsa daha zor yapardım doğrusu. Hep bildiğiniz yere giderseniz daha az zorlanırsınız çünkü bilinmeyen daha azdır, o sınavlardan geçilmiştir. Bütün ailenin de mutlu döndüğü seyahatler azdır hep fertlerden biri özveride bulunmak zorunda kalır. Onun için insanlar Hillside’ı tercih ediyor bence, kimse özveride bulunmuyor, isteyen istediği yemeği istediği saatte yiyor, istediği aktiviteyi yapıyor, güvenli ve bildik bir ortamda yazlığa gider gibi risk-free seyahat diyorum ben buna. 3 nesil gidip hepsi memnun dönüyoruz, bu kolay bir şey değil.
İ.O: Seyahatlerinizi belgeler misiniz?
L.A: Artık daha az kayda alıyorum galiba. Ne bileyim gidip de kaldığım oteli çekip göstermenin bir anlamı yok bence. Özellikle sosyal medyada o tip kişiler zaten çok var ve oteli merak edenler için web siteleri fotoğraflarla dolu. Bununla artık vakit harcamıyorum ben, çok zaman kaybettiren bir şey de bu bir yandan. Yani zaten başkalarına niye böyle bir servis vereyim ki attığım her adımı paylaşarak? Özel hayatımı, çocuklarımı hiç paylaşmam, onlar da bana kalan bir alan olsun. Ama zaten fotoğraf ve video peşinde koşacağım derken anı da ıskalıyorsun, o anı artık yaşayamaz oluyorsun, ben bunu çoktan bıraktım. Zaten bu konuyu hiçbir zaman abartmamıştım ama iyice bıraktım. Artık bu konuda belki daha egoistçe düşünmeye başladım, beni takip eden birkaç arkadaşıma servis vereceğim diye o anları fotoğraflamaya çalışarak anı kaçırmak istemiyorum. Şu an bakınca gördüğüm şey, herkes gittikçe daha da anı ıskalıyor.
İ.O: Seyahatlerinizde alışveriş yapar mısınız, ne tür şeyler alırsınız?
L.A: Gittikçe daha az alışveriş yapıyorum galiba... Artık eskisi gibi buna ne kafa yoruyorum, ne zaman harcıyorum. Bu da bana öncelikle zamandan çok tasarruf sağlıyor. Eskiden daha bir aksesuar ya da ev dekorasyonuna meraklıydım. Hatta hiç unutmam gittiğim bir Fas seyahatinden hayatımda ilk defa ekstra bavullarla dönmüştüm. O zaman için onlar bana çok cazip gelmişti ve orada olanlar o zamanlar ülkemizde çok yoktu, o kadar çok alışveriş yapmıştım ki... Bugün baksanız onların hepsi zaten ülkemizde var, hepsi çok daha ulaşılabilir durumda.
İ.O: Seyahatlerinizde en çok neye para harcarsınız ve nelere harcadığınız paraya acımazsınız?
L.A: Ayakkabı diyebilirim rahatlıkla galiba. Ayağın konforu her daim çok önemli. Bir de ben aldıklarını atıp, savuran tiplerden değilim, daha zamansız ve klasik parçalardan yana kullanırım tercihimi. Tabii bu sıralamaya çantayı da eklemezsem olmaz. Ayrıca zamanında çok eşarp da almışlığım vardır; Hermes eşarplardan. İş kıyafetleri eskiden çok daha ciddiydi, onları bir eşarp ile bambaşka hallere getirmişliğim vardır. Eşarbı her zaman çok takardım; güzel ve zamansız bir eşarbın önemli bir aksesuar olduğunu düşünüyorum.
İ.O: Bir röportajınızda, Nemrut’a yeni gittiğinizi ve şimdiye kadar onu görmediğiniz için kendinize çok kızdığınızı söylediniz. Nemrut gibi Türkiye’de geç keşfettiğinizi düşündüğünüz yerler var mı?
L.A: Evet, ama aslında hiçbir yeri keşfetmek için hiçbir zaman geç değil diye düşünüyorum artık. Nemrut’a da tabii daha evvel çıksaydım daha iyi olurdu. Türkiye içinde gezmeyi her zaman önceliklendirdim. Yani bakınca hiçbir yer için pişmanlığım yok ama tüm bu yerleri tekrar görmem gerektiğine son zamanlarda daha çok ikna olmuş durumdayım. Her yer her şey değişiyor, dünya değişiyor, ben değişiyorum. Bu değişime her gittiğim yerde yeniden şahit olmak çok zevkli ve heyecan verici.
İ.O: Bu kadar farklı yere seyahat etmiş biri olarak; Türkiye’nin, tarih, kültür, sanat veya gastronomi konusunda hak ettiği değeri yeterince görmediğini düşündüğünüz yerleri var mı?
L.A: Hayır, öyle düşündüğüm hiçbir yer olmadı. Ama ülkemizde mesela büyük konserlerin olabileceği inanılmaz yerler var, Kapadokya gibi. Orası öyle güzel bir yer ki, bence orada dünya çapında müzik festivalleri olmalı; klasik müzikten pop konserlerine etnik müziklere kadar... Yani ülkemiz, insanların eğlenmek için aktığı o festival ajandasına girmeli. Sağlık anlamında da aynı şekilde, zaten sağlık turizminde çok önde olduğumuzu biliyorum. Yani bu anlamda bazı sektörlerin üzerine gidip onları koşulsuz desteklemek lazım. Tabii uzun vadeli planlar yaparak... Türkiye çok daha fazla turist çekmeyi hak eden bir ülke. Ayrıca ülkemiz hakikaten gelen turisti hayal kırıklığına uğratmayan bir yer.
İ.O: Bu röportajı Maslak’ın kalbinde yükselen İstanbul’un yeni deseni ETRO Residences’ın örnek dairesinde yapıyoruz; markalı lüks konut projeleri ve özellikle böyle moda devi markalarla gerçekleştirilen konut projeleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
L.A: Bahsettiğiniz bu marka da dahil, tüm markalar senelerce markalarına yatırım yaptılar, yani bir isim olmaya yatırım yaptılar. Aynı zamanda çok tutarlı bir şekilde büyüdüler. Tutarlı bir şekilde konumlandıkları yerde, onun gerektirdiği her şeyi yapmaya çalıştılar. Baktığınızda ETRO markası, bir kalite çağrıştırıyor ve bu ismi bir rezidansa vermek de otomatikman bende de yine o kaliteyi anımsatıyor. Kaldı ki, çok çeşitli diğer markaları da görüyoruz bu tip yapı ve oluşumlara isimlerini veren. Çünkü o isim insanlara bir anlam ifade ediyor. Bir imza gibi adeta... İsim, marka bir imzadır. O imzayı atan diğer oluşumlar da anında o markanın yaptıklarını çağrıştırır. ETRO kaliteli kıyafet yapar, zamansız kıyafetler yapar ve kaliteye çok önem verir. Bu rezidansta da imzasının temsil ettiği bu değerleri yerine getirdiğini düşünüyorum.
“Bugünün dünyasında 21. yaşgününü kutlamak elbette çok büyük bir başarı. Çoğu kimsenin karşısındakini dinlemek konusunda bile ona dikkat vermediği bir devirde hala saygın bir dergi olarak yola devam etmek takdire şayan.”